ISSN: 2148-4902 | E-ISSN: 2536-4553
Northern Clinics of İstanbul - North Clin Istanb: 3 (1)
Volume: 3  Issue: 1 - 2016
EDITORIAL
1.Front Matter

Pages I - VIII

2.Editorial
Bekir Durmuş
Page IX

RESEARCH ARTICLE
3.Blink reflex in migraine headache
Zeynep Ünal, Füsun Mayda Domaç, Ece Boylu, Abdulkadir Koçer, Tülin Tanrıdağ, Önder Us
PMID: 28058378  PMCID: PMC5175071  doi: 10.14744/nci.2016.30301  Pages 1 - 8
GİRİŞ ve AMAÇ: Migren patogenezinde trigeminovasküler sistem aktivasyonunun önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Göz kırpma refleksi (GKR) tetkiki trigeminal sistemin fonksiyonun incelenmesinde kullanılan kolay bir yöntemdir. Çalışmamızda GKR tetkikinde kayıtlanan latansları değerlendirerek migrenli hastalarda oluşan nörofizyolojik değişiklikleri incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Uluslararası Başağrısı Derneği 2004 kriterlerine göre migren tanısı alan 40 hasta (9’unda auralı migren, 31’inde aurasız migren) ile 30 sağlıklı kontrol GKR tetkiki ile incelendi. Tüm olgularda supraorbital sinir sırayla her iki taraftan uyarılarak unilateral R1 ve bilateral R2 latansları ayrı ayrı değerlendirildi.
BULGULAR: Migren grubunda hem sağ hem sol taraftan kayıtlanan R1 (RR1 ve LR1) latans değerleri ile sol taraftan kayıtlanan ipsilateral ve kontrlateral R2 (LR2i ve LR2k) latans değerleri kontrol grubu ile karşılaştırıldığında istatistiksel anlamlı olarak uzun bulundu. Atak sırasında inceleme yapılan migren hastalarında RR1 ve LR1 latansları daha uzun bulundu (p<0.01). İnteriktal dönemde incelenen hastalarda ağrının olduğu taraf ile latans değerleri arasında anlamlı istatistiksel ilişki saptanmadı (p>0.05). İktal dönemde incelenen migren hastalarında ağrının olduğu tarafta R1 ve R2i latans değerleri daha uzun bulundu (sırasıyla p=0.037 ve p= 0.028 ). Cinsiyet, atak süresi,atak sıklığı, migren tipi ile kayıtlanan latans değerleri arasında anlamlı ilişki saptanmadı (p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, çalışmamızda GKR tetkikinde elde edilen sonuçlar migren baş ağrısı olan hastalarda beyin sapı ve trigeminovasküler bağlantılarda bir disfonksiyon olduğunu göstermekte ve migrendeki trigeminovasküler hipotezi desteklemektedir.
INTRODUCTION: Activation of trigeminovascular system is thought to play an important role in migraine pathogenesis. Blink reflex (BR) test is an easy method to study the trigeminal system. Latencies recorded in BR test were evaluated to examine neurophysiological changes that occur in migraine patients.
METHODS: A total of 40 patients diagnosed with migraine (9 with aura and 31 without aura) according to the International Headache Society (IHS) International Classification of Headache Disorders, 2nd edition, and 30 healthy control subjects were assessed using BR test. Supraorbital nerve was stimulated on each side, and unilateral early component (R1), and bilateral late component (R2) latencies were evaluated.
RESULTS: Significantly longer latency values were recorded on both right and left sides (RR1 and LR1) as well as bot h ipsilateral and contralateral R2 on the left side (LR2i and LR2c) in the migraine group compared to thecontrol group. Longer RR1 and LR1 latencies were found in patients with migraine who had an attack at the timeof study (p<0.01). There was no statistically significant correlation between the location of pain and latencies in the interictal period (p>0.05). But significantly longer R1 and R2i latencies were found at the symptomatic side of patients examined during the headache attack (p=0.037 and p=0.028 respectively). There was no statistically significant correlation between the recorded latencies and gender, attack duration, attack frequency and migraine type (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Results of BR test in the present study are thought to point to a dysfunction in brainstem and trigeminovascular connections of patients with migraine headache and support the trigeminovascular theory of migraine.

4.Factors affecting postoperative hypocalcemia after thyroid surgery: Importance of incidental parathyroidectomy
İbrahim Ali Özemir, Mehmet Zeki Buldanlı, Oktay Yener, Metin Leblebici, Tunc Eren, Hakan Baysal, Orhan Alimoğlu
PMID: 28058379  PMCID: PMC5175085  doi: 10.14744/nci.2016.48802  Pages 9 - 14
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada tiroidektomi sonrası oluşabilen kalıcı veya geçici hipokalsemi gelişiminde, tesadüfi paratiroidektominin, uygulanan cerrahi yöntemin, tiroidit veya hipertiroidi varlığının etkilerini incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2013–2015 yılları arasında İstanbul Medeniyet Üniversitesi genel cerrahi kliniğinde tiroidektomi uygulanmış olan hastalar çalışmaya dahil edildi. Retrospektif olarak hasta dosyaları, postoperatif kalsiyum değerleri ve patoloji raporları incelendi. Postoperatif kalsiyum değerlerine göre hipokalsemi (kalsiyum ≤8.5 mg/dl) saptanan hastalar Grup-1, normokalsemi saptanan hastalar ise Grup-2 olarak sınıflandırıldı. Gruplar insidental paratiroidektomi oranları, uygulanan cerrahi yöntemler ve tiroidit varlığı açısından istatistiksel olarak kıyaslandı.
BULGULAR: Çalışmaya yaş ortalaması 49.8±12.8 (yaş aralığı: 20–88) olan, 74’ü (%17.7) erkek, 343’ü (%82.3) kadın olmak üzere 417 hasta dahil edildi. Postoperatif tetkiklerde hipokalsemi saptanan 205 (%49.2) hasta Grup-1, normokalsemi saptanan 212 (%50.8) hasta Grup-2’yi oluşturdu. Grup-1’de 38 (%18.5) hastada insidental paratiroidektomi saptanırken, Grup-2’de 18 (%8.5) hastada insidental paratiroidektomi mevcuttu. İnsidental paratiroidektomi varlığı ile hipokalsemi arasında istatistiksel anlamlı ilişki saptandı (p: 0.003). Hastalara tiroidit veya hipertiroidi eşlik etmesi ile postoperatif hipokalsemi görülmesi arasında istatistiksel anlamlı ilişki saptanmadı. Uygulanan cerrahi yöntemlere göre değerlendirdiğimizde, postoperatif hipokalsemi lobektomi uygulanan hastalarda bilateral total tiroidektomi veya santral disseksiyon yapılan hastalara oranla istatistiksel açıdan anlamlı olacak şekilde daha az saptandı (p<0.01).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Uygun vakalarda tek taraflı cerrahi tercih edilmesi ve hasssas bir disseksiyonla paratiroid bezlerin korunmasına önem gösterilmesi postoperatif hipokalsemi gelişimini azaltacaktır
INTRODUCTION: The present study evaluated effects of incidental parathyroidectomy, surgical technique, and presence of thyroiditis or hyperthyroidism on occurrence of postoperative persistent or transient hypocalcemia.
METHODS: Patients who underwent thyroidectomy at İstanbul Medeniyet University between 2013 and 2015 were included in the study. Patient information, postoperative serum calcium levels, and pathology reports were investigated retrospectively. Group 1 was made up of patients who were found to have hypocalcemia (calcium ≤8.5 mg/dL) according to postoperative serum level and normocalcemic patients were placed in Group 2. Groups were compared statistically in terms of rate of incidental parathyroidectomy, surgical technique, and presence of thyroiditis or hyperthyroidism.
RESULTS: Mean age was 49.8±12.8 years (range: 20-88). A total of 417 patients were included in the study, 74 (17.7%) were male and 343 (82.3%) were female. Group 1 consisted of 205 (49.2%) patients who had hypocalcemia according to postoperative serum level, and remaining 212 (50.8%) patients were placed in Group 2. In Group 1, 38 (18.5%) patients had incidental parathyroidectomy, and with only 18 (8.5%) patients in Group 2, a statistically significant relationship was found between incidental parathyroidectomy and hypocalcemia (p=0.003). There was no statistically significant difference in terms of presence of thyroiditis or hyperthyroidism between groups. There was statistically significant decrease in postoperative hypocalcemia rate in patients with lobectomy compared to patients with bilateral total thyroidectomy or central neck dissection (p<0.01).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Risk of postoperative hypocalcemia may be reduced with lobectomy for selected patients. In addition, delicate dissection during thyroidectomy is important in order to protect parathyroid glands and prevent hypocalcemia.

5.Relationship between newborn craniotabes and vitamin D status
Makbule Ercan, Mustafa Özçetin, Mehmet Karacı, Gamze Özgürhan, Adem Yaşar, Berrak Guven
PMID: 28058380  PMCID: PMC5175072  doi: 10.14744/nci.2016.48403  Pages 15 - 21
GİRİŞ ve AMAÇ: Son yıllarda yapılan çalışmalarda gebelikte ve erken bebeklik dönemindeki D vitamini eksikliğinin iskelet sistemi dışında birçok kronik hastalığın ortaya çıkmasına zemin hazırladığı bildirilmiştir. Bu çalışmada; sağlıklı yenidoğanlarda görülen kraniyotabesin fizyolojik olup olmadığı, annedeki D vitamini eksikliği ile ilişkisini ve kraniyotabesi olan yenidoğanlarda tedavi gerekip gerekmediği araştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya sağlıklı, term ve >2000gr olan 150 yenidoğan dahil edildi. Yenidoğanlar postnatal taburculukları sırasında (1-3. Gün) kraniyotabesi olanlar ve olmayanlar diye iki gruba ayrıldı. Ayrıca annelerinin 25(OH) vitamin D düzeylerine bakıldı. Yenidoğanların tümü 1 aylık olunca poliklinik kontrolüne çağrılarak kraniyotabes açısından tekrar değerlendirildi ve hepsinden serum Ca, P, ALP, PTH, 25(OH) vitamin D, idrar Ca/ kreatinin düzeyi gönderilerek değerledirildi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan yenidoğanların 45’inde (%30) kraniotabes tesbit edildi. Kraniotabes kış aylarında doğan yenidoğanlarda anlamlı olarak yüksek saptandı (p<0.001). Ayrıca kraniotabesi olan gruptaki bebeklerin doğum ağırlıkları normal gruba göre daha düşüktü (p=0,002). Bir aylıkken kraniotabesi olan yenidoğanlarda olmayanlara göre PTH yüksek saptanırken iki grup arasında anne ve bebeklerin 25(OH) vitamin D düzeyleri açısından ilişki saptanmadı. Annelerin %96’sında D vitamini eksikliği ya da yetersizliği gözlenirken, yenidoğanların %90’ında D vitamini düzeyleri normal idi. Kraniotabes ile beslenme şekli arasında ilişki gözlenmezken sadece anne sütü alan bebeklerde D vitamini istatistiksel olarak daha düşük saptandı (p<0.0001). Kraniotabes ile D vitamini alan ve almayan yenidoğanlar arasında istatistiksel anlamlı bir fark saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yenidoğan kraniotabesinin maternal D vitamini eksikliği ile ilişkisi net olmamakla birlikte daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır. Çalışmamızın sonuçları maternal vitamin D eksikliğinin ülkemizde hâlâ önemli bir sorun olduğunu göstermektedir. Bu nedenle maternal vitamin D eksikliğini önlemeye yönelik tedbirlerin güçlendirilerek yaygınlaştırılması gerekmektedir.
INTRODUCTION: In recent studies, vitamin D deficiency during pregnancy and early infancy has been reported to predispose children to many chronic diseases, except those of the skeletal system. The aim of this study was to investigate whether craniotabes in otherwise healthy newborns is physiological, its relationship to vitamin D deficiency and whether or not it requires treatment.
METHODS: A total of 150 healthy newborns with a weight of over 2000 g were included. Newborns were divided into two groups during postnatal discharge (1-3.’s day): those with and without craniotabes. The 25-hydroxy (OH) vitamin D levels of the newborns’ mothers were measured, and all infants were re-evaluated for craniotabes, as well as tested to determine levels of serum calcium (Ca), phosphorus (P), alkaline phosphatase (ALP), parathyroid hormone (PTH) and 25(OH) vitamin D, urine calcium and creatinine.
RESULTS: Craniotabes was present in 45 (30%) of newborns enrolled in the study. Craniotabes of the newborns born during the winter months was significantly higher. PTH level was significantly higher in 1-month-old newborns with craniotabes than those without craniotabes. No relationship was observed between diet and craniotabes, but in exclusively breastfed infants, vitamin D level was statistically significantly lower. No statistically significant difference was found in the occurrence of craniotabes in newborns with or without vitamin D support.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The relationship between newborn craniotabes and maternal vitamin D deficiency is not clear. However, the present study illustrates that maternal vitamin D deficiency is still a major problem. Therefore, measuresto prevent maternal vitamin D deficiency should be strengthened.

6.Rehabilitation after successful finger replantation
Meriç Uğurlar, Fatih Kabakaş, Hüsrev Purisa, Ilker Sezer, Pınar Çelikdelen, Ismail Bülent Özçelik
PMID: 28058381  PMCID: PMC5175073  doi: 10.14744/nci.2016.19870  Pages 22 - 26
GİRİŞ ve AMAÇ: Parmak replantasyonu uygulanmış olan hastaların rehabilitasyon sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya kliniğimizde 2000 ile 2013 yılları arasında değişik seviyelerde parmak ampütasyonu uygulanmış olan hastalar dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 29.4 yıldı. Ortalama takip süresi 23 aydı. Parmakların rehabilitasyonu ameliyat sonrası 4. ila 8. haftadan başlanarak 24. haftaya kadar devam ettirildi. Etkilenen elin eklem hareket açıklıkları, günlük aktiviteye dönüş süresi, kozmetik görünümü ve hastaların memnuniyeti Tamai kriterlerine göre değerlendirildi.
BULGULAR: Tamai kriterlerine göre fonksiyonel sonuçlar 36 hastada mükemmel, 54 hastada iyi, 27 hastada orta ve 18 hastada kötüydü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Replantasyon uygulanan parmakların ameliyat sonrası rehabilitasyonu mümkün olduğunca en kısa sürede başlanılmalıdır. Rehabilitasyon süresince fizyoterapist, cerrah ve hasta yakın ilişki içinde bulunmalıdır. Rehabilitasyon programına, ev egzersizlerine ve atel uygulamalarına uyumlu hastalarda sonuçlar daha iyidir.
INTRODUCTION: The aim of the present study was to assess results of rehabilitation of patients after finger replantation.
METHODS: The study examined 160 fingers amputated and replanted at various levels between 2000 and 2013 at the clinic. Mean patient age was 29.4 years. Mean follow-up time was 23 months. Rehabilitation of fingers began between postoperative fourth and eighth week and continued until the 24th week. Range of motion of affected hand, return to daily activities, aesthetic appearance, and patient satisfaction were assessed according to Tamai criteria.
RESULTS: Functional results according to Tamai criteria were perfect in 36 patients, good in 54 patients, average in 27 patients, and poor in 18 patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Post-operative rehabilitation of replanted fingers should begin as soon as possible. During the rehabilitation period, physiotherapist, surgeon, and patient must work in close cooperation. Functional results of patients who adjust to the rehabilitation program, home practice, and splint usage are better.

7.Stent versus bypass: The reasons and risk factors for early readmission to hospital after myocardial revascularization
Murat Sargin, Mustafa Adem Tatlisu, Muge Tasdemir Mete, Nehir Selcuk, Sevinc Bayer, Serdar Akansel, Serap Aykut Aka, Mehmet Eren
PMID: 28058382  PMCID: PMC5175074  doi: 10.14744/nci.2016.43434  Pages 27 - 33
GİRİŞ ve AMAÇ: Aorta koroner bypas (AKBG) veya peruktan koroner girişimlerin (PKG) ardından taburcu sonrası ilk 30 gün tekrar hastaneye başvurma oranları yüksek olmasına rağmen, bununla ilgili yeteri kadar veri yoktur ve risk faktörleri yeteri kadar araştırılmamıştır. Bu çalışmanın amacı cerrahi ya da perkütan girişimlerin ardından taburcu sonrası ilk 30 günde tekrar hastaneye başvurma oranlarını araştırmak ve ardından her iki revaskülarizasyon metodunu karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya AKBG veya PKG yoluyla revaskülarizasyon yapılmış 2664 ardışık hasta dahil edildi ve verileri retrospektif olarak tarandı. Demografik, postoperatif veriler ve PCI sonrası veriler taramaya dahil edildi.
BULGULAR: Çalışmaya AKBG grubunda 1103, PCI grubunda 1561 dahil edilen hasta vardı. Bunlardan AKBG grubunun %18,3’ü, PCI grubunun %15,2’si ilk 30 gün içinde tekrar hastaneye başvurmuştu. Multivariyat analizde yaş, cinsiyet, düşük EF, KOAH, DM, hastanede kalış süresi (>10 gün), BMI, kreatinin düzeyleri AKBG grubu için, yaş, cinsiyet, düşük EF,DM ve hastanede kalış süresi (>10 gün) ve kreatinin düzeyleri PCI gurubu için risk faktörü olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Her iki revaskülarizasyon metodu karşılaştırıldığında başvuru oranları ve başvuru için risk faktörleri benzer bulundu. Her iki revaskülarizasyon grubu arasında bir üstünlük saptanmadı. Bahsedilen risk faktörlerine sahip hastaların taburcusunda daha seçici olunması erken başvuru oranlarını azaltabilir.
INTRODUCTION: Though 30-day rates of readmission for coronary artery bypass graft (CABG) surgery and percutaneous coronary intervention (PCI) remain high, readmission rates and associated risk factors have not been well examined. The purpose of the present study was to determine the risk factors for and rates of readmission and to compare two revascularization methods on that basis.
METHODS: The study included 2664 consecutive patients who underwent coronary revascularization either with CABG surgery or PCI. The study was performed retrospectively and a wide variety of risk factors related to readmission were selected for analysis, including demographic data, preoperative risk factors and postoperative complications.
RESULTS: From the CABG group (Group 1, n=1103), 18.3% were readmitted, as were 15.2% of the PCI group (Group 2, n=1561). In multivariate analysis, age, gender, left ventricular ejection fraction (LVEF), chronic obstructive pulmonary disease (COPD), diabetes mellitus (DM), length of stay (>10 days), body mass index (BMI), and creatinine level on admission were associated with early readmission for group 1 (Table 3). In group 2, age, gender, LVEF, DM, length of stay (>10 days), and creatinine level on admission were associated with early readmission.
DISCUSSION AND CONCLUSION: When two methods of revascularization were compared, rates of readmission were found to be similar. Patients with cited risk factors are prone to readmission in the first 30 days, so extra precautions should be taken at discharge. Neither method can be concluded to be superior with regard to readmission rates.

8.The use of complementary medicine in patients with diabetes
Muzaffer Ilhan, Büşra Demir, Sena Yüksel, Serra Aydın Çataklı, Rabia Sevda Yıldız, Ozcan Karaman, Ertuğrul Taşan
PMID: 28058383  PMCID: PMC5175075  doi: 10.14744/nci.2016.63825  Pages 34 - 38
GİRİŞ ve AMAÇ: Diyabetes Mellitus tüm dünyada artan sıklığıyla ve oluşturduğu komplikasyonlarla gün geçtikçe büyüyen bir sağlık problemidir. Hastalığın kronik ve ilerleyici doğası, hastaları medikal tedavinin yanında alternatif tıp kullanımına yöneltebilmektedir. Bu çalışmada diyabetli hastalarda alternatif tıp tedavi yöntemlerinin kullanım sıklığı ve kullanılan ürünlerin çeşitliliğinin araştırılması hedeflenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Eylül 2014-Mayıs 2015 tarihleri arasında Bezmialem Tıp Fakültesi Hastanesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bilim Dalı, Diyabet Polikliniği’nde takipli 301 diyabet hastasına alternatif tıp kullanımı ile ilgili sorular yöneltilmiştir.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen hastaların 81 (%26,9)’i alternatif tıp yöntemlerini denemiş olup, bunların 50’si (%16,6) anket sırasında halen bu tedavileri kullanmaktaydı. Alternatif tıp ürünlerini her gün düzenli kullanan 43(%14,3) kişi ve 6 aya kadar kullanan ise 24 (%8) kişi olduğu görülmüştür. HbA1c düzeyi, alternatif tedavi tercih edenlerde, tercih etmeyenlere göre anlamlı derecede düşük saptanmıştır (p=0,017). Çalıştığımız hasta grubunda, alternatif tıp ürünleri kullanımı ve diğer parametreler arasında istatiksel anlamlı bir fark bulunamamıştır. Alternatif tıp kullanan gruptan sadece 10 (%12) hastanın kullandığı ek maddeden doktoruna bahsettiği ortaya çıkmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Diyabetli hastalarda alternatif tıp ürünlerine yönelim oldukça sıktır. Bu ürünlerin glukoz regülasyonu üzerine detaylı çalışmalar yapılmalı, hem hekim hem hasta grubu bu açıdan bilinçlendirilmelidir.
INTRODUCTION: Diabetes mellitus (DM) is a growing health problem with serious complications. The chronic and progressive nature of the disease often leads patients to use complementary and integrative medicine. The presentstudy aimed to investigate the frequency of use of alternative medicine by patients with DM and the products used.
METHODS: Between September 2014 and May 2015, 301 patients with DM were selected from Bezmialem Foundation University Hospital Diabetes Clinic to participate in the study.
RESULTS: The results of the study indicate that 81 (26.9%) patients had tried alternative medicine, and 50 (16.6%) patients continued to use some form of alternative medicine product. A total of 43 (14.3%) patients used such products every day and 24 (8%) patients had used alternative medicine products for up to 6 months. Glycated hemoglobin (HbA1c) levels were significantly decreased in patients using alternative medicine products compared to the remainder of patients in the study (p=0.017). No other significant difference was found between the two groups. It was observed that among patients using alternative medicine products, only 10 (12%) had informed their physicians.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study indicated that patients with diabetes are very likely to use alternative medicine products. Additional studies are needed to further determine the efficacy of these products. Patients as well as health providers must be educated about complementary medicine and alternative products.

9.Is triglyceride/HDL ratio a reliable screening test for assessment of atherosclerotic risk in patients with chronic inflammatory disease?
Nurşen Keleş, Feyza Aksu, Gönül Açıksarı, Yusuf Yılmaz, Kenan Demircioğlu, Osman Köstek, Muhammed Esad Çetin, Macit Kalçık, Mustafa Çalışkan
PMID: 28058384  PMCID: PMC5175076  doi: 10.14744/nci.2016.52824  Pages 39 - 45
GİRİŞ ve AMAÇ: Kronik inflamatuvar hastalık (KİH) terimi Ankilozan spondilit (AS) ve Ailevi Akdeniz Ateşini (AAA) de içine alan bir grup hastalığı tanımlamak için kullanılır. Geleneksel ateroskleroz risk faktörlerini taşımadıkları halde kardiyovasküler olay insidansı bu grup hastalarda artmıştır. Endotel disfonksiyonu, arterlerdeki aterosklerotik değişikliklerin oluşumunu tetikleyen temel mekanizmalardandır ve brakiyal arterde akım aracılı dilatasyon (AAD) endotel disfonksiyonunu belirleyen non-invaziv yöntemlerden biridir. Yapılan son çalışmalar trigliserid (TG) ile yüksek yoğunluklu lipoprotein (YYL) oranının koroner ateroskleroz ile ilşkili olduğunu bildirmişlerdir. Pek çok çalışma KİH’ li hastaların endotel disfonksiyonunu gösteren düşük AAD değerlerine sahip olduklarını göstermiştir. Ancak TG/YYL oranları ve bu oranın AAD ile ilişkisi bu grup hastalarda henüz araştırılmamıştır. Bu çalışmada KİH' li hastalarda TG/YYL oranlarının normal populasyona göre farklı olup olmadığının ve AAD ile ilişkisinin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 58 KİH' li hasta ile bir grup sağlıklı gönüllü çalışmaya dahil edildi. Çalışma populasyonunun AAD ölçümleri yüksek çözünürlüklü bir ultrason kullanılarak yapıldı ve TG/YYL oranları tüm çalışma populasyonu için hesaplandı.
BULGULAR: KİH' li hastalarda TG/YYL oranının normal populasyona göre anlamlı derecede yüksek olduğu (2.5 (2.2-2.8) vs. 2.3 (2.1-2.5), p= 0.03) ve AAD değerlerinin ise sağlıklı gönüllülere göre anlamlı derecede düşük olduğu ( 5.2 (4.2-6.3) vs. 6.7 (6.3-9.7), p< 0.001) saptandı. Ayrıca çalışma populasyonunun TG/YYL oranları ile AAD değerleri arasında negatif bir korelasyon tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: KİH' li hastalar normal populasyona göre yüksek TG/YYL oranı ve düşük AAD değerlerine sahip idi. Bu bulgu KİH’ li hastalarda normal populasyona göre artmış aterosklerotik risk ile ilişkili olabilir.
INTRODUCTION: The term chronic inflammatory disease (CID) refers to a category of inflammatory diseases that includes Ankylosing spondylitis (AS) and familial Mediterranean fever (FMF). The incidence of adverse cardiovascular events is greater among patients with CID, though they may not have conventional atherosclerotic risk factors. Endothelial dysfunction is one of the underlying fundamental mechanisms that trigger development of atherosclerotic alterations in arteries, and flow-mediated dilatation (FMD) is a noninvasive method to determine endothelial dysfunction. Recent studies have shown a relationship between high triglyceride high-density lipoprotein cholesterol (TG/HDL-C) ratio and coronary atherosclerosis. Many studies have demonstrated that patients with CID have lower FMD values compared to healthy population, indicating endothelial dysfunction. However TG/HDL ratio and its relationship to FMD in patients with CID has not been investigated. The present study investigated whether TG/ HDL ratio in CID patients differs from that of healthy population, and its relationship to FMD in patients with CID.
METHODS: A total of 58 patients with CID and a group of 58 healthy volunteer individuals were enrolled in the study. FMD measurements were taken with high resolution ultrasound (US), and TG/HDL ratios were calculated.
RESULTS: Patients with CID had significantly higher TG/HDL-C ratio (2.5 [2.2–2.8] vs 2.3 [2.1–2.5]; p=0.03) and lower FMD values (5.2 [4.2–6.3] vs 6.7 [6.3–9.7]; p<0.001), compared to healthy group, and a negative correlation was found between FMD levels and TG/HDL ratio of the study population.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Higher TG/HDL ratio and lower FMD values found in CID patients may reflect increased atherosclerotic risk.

10.Relationship between size of varices and platelet count/spleen size ratio in cirrhotic patients
Kamil Özdil, Oğuzhan Öztürk, Ecem Sevim Çalık, Eyüp Sami Akbaş, Evren Kanat, Zuhal Çalışkan, Hakan Demirdağ, Resul Kahraman, Atilla Bulur, Nermin Mutlu Bilgiç, Levent Doğanay, Hacı Mehmet Sökmen
PMID: 28058385  PMCID: PMC5175077  doi: 10.14744/nci.2016.60362  Pages 46 - 52
GİRİŞ ve AMAÇ: Biz bu çalışmada varisli sirotik hastalarımızdaki varis büyüklüğünün trombosit sayısı / dalak çapı oranıyla ilişkisini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya siroz tanısıyla takipli olan ve üst gastrointestinal endoskopisinde varis saptanan 186 hasta dahil edildi. Hastaların klinik, laboratuvar değerleri, üst gastrointestinal sistem endoskopileri ve batın ultrasonografisinin inceleme verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların tam kan sayımında saptanan trombosit sayısı en geniş dalak uzunluğuna bölünerek Trombosit sayısı / Dalak çapı oranı hesaplandı. Varisler büyüklüğüne göre küçük, orta ve büyük olarak sınıflandı. Orta ve büyük varisli hastalar büyük varisliler olarak aynı grupta değerlendirildi.
BULGULAR: Olguların %66.7 si (n=124) erkek, %33.3’ü (n=62) kadın hastalardan oluşmuştu. Hastaların %82.7 (n: 154)’ inde özofagial varis, %17.3 (n: 32)’ inde gastrik varis mevcuttu.
Özofagial varisli hastalarda; büyük varisi (orta + büyük varisliler) olanların Trombosit sayısı/ Dalak çapı oranları, küçük varisi olanlara göre anlamlı şekilde düşük bulunmuştur (P: 0.04). Buna göre yapılan ROC curve analizde Trombosit sayısı / Dalak Çapı oranının büyük varisleri %82 duyarlılıkla ve %79 pozitif prediktif değeri ile saptayabildiği bulunmuştur. Gastrik varislilerde ise anlamlı bir farklılık saptanmamıştır ( P: 0.78).

TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak bu çalışmada Trombosit sayısı / Dalak Çapı oranının özofagial varisli hastalarda büyük varisleri %82 duyarlılıkla saptayabildiği gösterildi. Ancak gastrik varislilerde büyük varisleri predikte edemediği saptandı. Bulgularımızın desteklenmesi için geniş katılımlı prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: This study investigated the relationship between size of gastroesophageal varices and platelet count/spleen diameter ratio in cirrhotic patients.
METHODS: The present study included 186 cirrhotic patients in whom gastroesophageal varices were seen during upper gastrointestinal system endoscopy. Clinical features, laboratory parameters, upper gastrointestinal system endoscopy, and abdominal ultrasonographic findings of patients were evaluated retrospectively. Plateletcount/spleen diameter ratio (P/S) was calculated by dividing number of platelets in complete blood count (CBC) to largest diameter of spleen. Varices were classified as small, medium, or large, and patients were separated into two groups for comparison: those with small varices and those with medium or large varices. Of the total, 66.7 % of the patients were men (n=124) and 33.3% were women (n=62). Esophageal varices were found in 82.7% and gastric varices were found in 17.3%.
RESULTS: Patients with large esophageal varices were found to have significantly lower P/S compared to patients with small esophageal varices (p=0.04). In receiver operating characteristic (ROC) curve analysis, P/S and large varices correlated with 82% sensitivity and 79% positive predictive value. However, no statistically significant correlation between size of varices and P/S was found in patients with gastric varices (p=0.78).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In patients with esophageal varices, P/S was found to be correlated with large varices with 82% sensitivity. However, this ratio did not predict large varices in patients with gastric varices. Prospective and randomized clinical researches are needed to clarify our findings.

11.Comparison of Mirtazapine,Gabapentin and Ondansetron to prevent intrathecal morphine induced pruritus
Ayşe Akhan, Ferhunde Dilek Subaşı, Gülşen Bosna, Osman Ekinci, Hakan Pamuk, Sıddıka Batan, Rezzan Yağmur Ateşer, Gülden Turan
PMID: 28058386  PMCID: PMC5175078  doi: 10.14744/nci.2016.38233  Pages 53 - 59
GİRİŞ ve AMAÇ: İntratekal morfinin sebep olduğu kaşıntının patogenezinde santral inhibitör nörotransmiter (GABA) antagonizması veya serotonerjik sistemin aktivasyonu önemli faktörlerdir.Bu nedenle, biz, preoperatif ondansetron, gabapentin ve mirtazapinin morfinin sebep olduğu kaşıntıyı azaltacağı hipotezini test ettik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tek taraflı inguinal herni onarımı veya pilonidal sinüs eksizyonu yapılacak ASA I-II 80 hasta rasgele 4 eşit gruba ayrıldı ve preoperatif 2 saat önce mirtazapin 30 mg, 10 dakika önce ondansetron 8 mg, 1 saat önce gabapentin 1200 mg tablet ve 10 dakika önce plasebo olarak draje şeker verildi.Tüm hastalara 15 mg % 0,5 hiperbarik bupivakain ve 0,2 mg morfin ile intratekal enjeksiyon uygulandı.Uygulama sonrası 0.-3.-6.-9.-12.-24. Saatlerde hastalarda kaşıntının varlığı, ortaya çıkış zamanı, devam süresi, lokalizasyonu ve şiddeti sorgulandı.
BULGULAR: Kaşıntı plasebo grubunda, ondansetron, gabapentin ve mirtazapin gruplarıyla karşılaştırıldığında daha sık görüldü (sırasıyla %70 vs %55, %35, %35). Kaşıntının genellikle 2. ve 6. saatlerde ortaya çıktığı gözlenirken gabapentin grubunda kaşıntı daha uzun sürede ortaya çıktı ( ort. SD; 4,75±2,7 sa. p=0,019 ). Ondansetron ve plasebo grubunda kaşıntının daha uzun süre devam ettiği gözlendi (ort SD; sırasıyla 6±3,08, 5,82±2,96 sa. p=0,047). Kaşıntının sık görüldüğü bir lokalizasyon istatistiksel açıdan tespit edilmedi. Kaşıntı şiddetinin plasebo grubunda diğer gruplara göre daha fazla olduğu gözlendi (p=0,0001). Yine de kaşıntı tedavisi gerekliliği açısından gruplar arasında anlamlı fark yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Her üç ilacın da plaseboya göre intratekal morfinin sebep olduğu kaşıntının insidansını ve şiddetini azalttığını gözlemledik.

INTRODUCTION: Antagonism of the central nervous system inhibitor neurotransmitter gamma-Aminobutyric acid (GABA) or serotonergic system activation is an important factor in the pathogenesis of intrathecal morphine-induced pruritus. This study tested the hypothesis that preoperative use of ondansetron, gabapentin or mirtazapine can prevent morphine-induced pruritus.
METHODS: We randomly allocated 80 patients of American Society of Anesthesiology (ASA) classification I and II physical status who were to undergo unilateral inguinal hernia or pilonidal sinus operations under spinal anesthesia into 4 equal groups. The first 3 groups received oral doses of 30 mg mirtazapine, 8 mg ondansetron, and 1200 mg gabapentin at 2 hours, 10 minutes, and 1 hour before surgery, respectively, and the fourth group was given a placebo. All patients received intrathecal injection of 15 mg of 0.5% hyperbaric bupivacaine a nd 0.2 mgmorphine. Pruritus was evaluated at 0, 3, 6, 9, 12, and 24 hours after intrathec al morphine administration, anddetails of presence, onset time, duration, localization, and severity of pruritus were recorded.
RESULTS: Incidence of pruritus was significantly more frequent in the placebo group compared to ondansetron, gabapentin, and mirtazapine groups (70%, 55%, 35%, and 35%, respectively). In general, onset of pruritus was between 2 and 6 hours after intrathecal morphine injection; however, onset in the gabapentin group (mean±SD: 4.75±2.7 hours; p=0.019) was delayed compared to other groups. It was observed that pruritus persisted relatively longer in the ondansetron and placebo groups (mean±SD: 6±3.08; 5.82±2.96 hours, respectively; p=0.047). No statistical determination was made regarding location of pruritus. Sev erity of pruritus was greater in the placebo group (p=0.0001). Necessity for antipruritic treatment was not statistically significantlydifferent between groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Incidence and severity of intrathecal morphine-induced pruritus decreased with use of each of all 3 drugs compared to placebo.


CASE REPORT
12.Acute appendicitis in pregnancy: Case series and review
Buşra Burcu, Özgür Ekinci, Tuba Atak, Kıvılcım Orhun, Turgut Tunç Eren, Orhan Alimoğlu
PMID: 28058387  PMCID: PMC5175079  doi: 10.14744/nci.2015.96530  Pages 60 - 63
Amaç: Akut apandisit en sık karşılaştığımız acil cerrahi patoloji olup; bu çalışmada gebe olgularda akut apandisit tanı ve tedavisinin literatür eşliğinde değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: İstanbul Medeniyet Üniversitesi Gernel Cerrahi Kliniğinde Ocak 2012-Aralık 2014 yılları arasında gebeliği döneminde akut apandisit ön tanısı ile appendektomi yapılan yirmi bir olgu retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşları, gebelik haftaları, şikayetleri, fizik muayene bulguları, lökosit değerleri, kan biokimyası, tam idrar tahlillleri, ultrasonografi bulguları, uygulanan cerrahi teknik, cerrahi insizyon şekli, ameliyat sonrası komplikasyonları ve hastanede yatış süreleri kaydedildi.
Bulgular: Olgularımızın on ikisi (%57.1) 2. trimester, beşi (%23.8) 3.trimesterde ve dördü (%19.0) 1. trimesterde idi. Ortalama yaş 23.904 idi. Hastaların tümünde başvuru şikayeti karın ağrısı idi. Lökosit sayısı ortalama 13.297/mm³ idi. Karın ultrasonografisinde 12 hastada (%57.1) akut apandisit ile uyumlu bulgular saptandı. Olguların on dördüne Mc Burney insizyon (%66.6), altısına sağ paramedian insizyon (%28.6) ve birine laparoskopik appendektomi (%4.8) yapıldı. 19 olguda (% 90.5) akut apandisit, 2 olguda (%9.5) perforasyon saptandı. Ortalama yatış süresi 3.8 gün idi. Perfore olgularda cerrahi alan enfeksiyonu gelişip medikal tedavi edildi. Fetomaternal mortalite gözlenmedi.
Sonuçlar: Gebelikteki fizyolojik, anatomik ve biyokimyasal değişiklikler nedeniyle akut apandisit tanısında gecikme hem anne ve hem de fetüs hayatını tehdit edebilmektedir. Bu nedenle hızlı tanı ve uygun tedaviler önemli olmaktadır.
OBJECTIVE: Acute appendicitis is one of the most common acute surgical pathology we encountered. In this study we investigated our pregnant cases of appendicitis, and reviewed literature.
METHODS: A total of 21 pregnant women who underwent appendectomy with the initial diagnosis of acute appendicitis in Istanbul Medeniyet University Clinics of General Surgery between January 2012, and December 2014 were retrospectively analyzed. The patients’s ages, trimesters, complaints, abdominal examination, laboratory, and ultrasonographic findings, surgical techniques, complications and hospital stay were noted.
RESULTS: The patients were in their first (n=12; 57.1%), second (n=5; 23.8%), and third trimesters (n=4; 19.0%) of their pregnancies Median age was 23.9 years. All of the patients had abdominal pain. Median value of WBC count was 13.297/mm³. Ultrasound was positive in 12 patients (57.1%). In 14 (66.6%) patients McBurney incision, and in 6 (28.6%) cases right paramedian incision were used. One patient (4.8%) underwent laparoscopic appendectomy. Nineteen cases were acute appendicitis (90.5%), and two cases were perforated appendicitis (9.5%). Average hospital stay was 3.8 days. Two cases with perforated acute appendicitis developed wound infection and treated conservatively. There were no fetomaternal mortality.
CONCLUSION: Physiologically anatomic and biochemical changes occurring during pregnancy can delay the diagnosis of acute appendicitis threaten the lives of both the mother and the fetus Therefore, rapid diagnosis and appropriate treatment convey importance.

13.A patient presenting with acute heart failure: A dilemma of diagnosis
Adnan Kaya, Berat Arikan Aydin, Ahmet Oz, Emrah Bozbeyoglu, Mehmet Eren
PMID: 28058388  PMCID: PMC5175080  doi: 10.14744/nci.2015.10337  Pages 64 - 66
Acil servis ve kardiyoloji başvurularında akut dispne temel şikayetlerdendir. Akut dispne genellikle hayatı tehdit eden bir durum olup astım, pulmoner emboli, akut kalp yetmezliği ve miyokard enfarktüsünde görülür. Burada acilimize ortopne ve ajitasyon ile kabul edilen 32 yaşında bir erkek hasta olgu sunumu olarak anlatıldı. Bu olguda fiziki muayene, elektrokardiyogram, ekokardiografi, kontrastlı tomografi ve koroner anjiyografi akciğer patolojilerinden pnomotoraks, pulmoner emboli ve koroner arter hastalığını dışlamamıza yetti ancak uygun tanı için yeterli olmadı. Aort diseksiyonu şüpesi devam ettiği için tranözefajial ekokardiyografi yapıldı. Hastada atımdan atıma sol ana koronerin ağzını kapatan flep imajı izlendi.
Acute dyspnea is a major complaint of patients admitted to cardiology and emergency departments (ED). Acute dyspnea can be life-threatening, and is seen in cases of asthma, pulmonary embolism, acute heart failure and myocardial infarction. The present case is that of a 32-year-old man admitted to the ED with orthopnea position and agitation. Physical examination, electrocardiogram (ECG), transthoracic echocardiogram (TTE), contrastenhanced computed tomography (CECT) of thorax and coronary angiography (CAG) helped to rule out chest disease pathologies such as pneuomo-thorax, pulmonary embolism and coronary artery disease, but were not enough to make an appropriate diagnosis in this case. Because of high pretest probability of aortic dissection, transesophageal echocardiography (TEE) was performed and a diagnosis of Stanford type A dissection closing left main coronary artery (LMCA) ostia from beat to beat was made.

14.Pleomorphic adenoma of the larynx
Meryem Dogan Altunpulluk, Murat Hakan Karabulut, Gozde Kir, Samil Sahin
PMID: 28058389  PMCID: PMC5175081  doi: 10.14744/nci.2015.47965  Pages 67 - 70
Pleomorfik adenomlar (PA) tükrük bezinin en sık benign neoplazisidir. Genellikle parotis ve submandibular bez gibi major tükrük bezlerinde görülür. Ancak larinkste oldukça nadirdir. Bu lezyonlar genellikle yavaş büyüyen, ağrısız kitleler şeklinde prezente olur. Malign transformasyon oldukça nadirdir, fakat zamanla bu risk artar. Biz ses kısıklığı ile başvuran 59 yaşında erkek hastayı sunduk. Sağ vertikal parsiyel hemilarinjektomi materyalinin değerlendirilmesinde mukoza intakt olup larinksin supragottik bölgesinde yerleşimli 2×1.5×1 cm ölçülerinde kabarık kitle izlendi. Lezyon PA’nın karakteristik histolojik özelliklerine sahip idi ve tanı sitokeratin, S-100 protein, GFAP ve vimentin ile immunohistokimyasal olarak konfirme edildi. Ancak histopatolojik olarak tanımlanması her zaman kolay değildir; tam tanının konmasında ve uygun takibin gerçekleşmesinde immunohistokimya oldukça faydalıdır.
Pleomorphic adenoma (PA) is the most common benign neoplasm of the salivary glands. It usually occurs in major salivary glands, such as the parotid and submandibular glands. Occasionally, however, it occurs in the larynx. These lesions generally present as a slow-growing, painless mass. Malignant transformation is very rare, but it increases with time. The present report is the case of a 59-year-old male who presented with a complaint of hoarseness. Right vertical partial hemilaryngectomy revealed an intact, mucosa-covered, fleshy 2×1.5×1 cm mass in the supraglottic area of the larynx. Lesion had histological characteristics of a PA, and this was confirmed byimmunohistochemical expression of cytokeratin, S100 protein, Glial fibrillary acidic protein (GFAP) and vimentin. Their histopathological identification is, however, not always straightforward; immunohistochemistry can contribute significantly to formulation of a definitive diagnosis and to the realization of appropriate follow-up.

15.Fahr’s syndrome presenting with epileptic seizure: Two case reports
Nedim Ongun, Eylem Değirmenci, Çağdaş Erdoğan
PMID: 28058390  PMCID: PMC5175082  doi: 10.14744/nci.2015.47966  Pages 71 - 74
Fahr Sendromu, kalsiyum ve fosfor metabolizması bozukluğu ile ilişkili olarak bazal ganglialarda simetrik ve iki yanlı kalsifikasyonla karakterize nöropsikiyatrik bir sendromdur. Klinik bulgular, farklı yaşlarda başlayıp çok çeşitli olabilmektedir. Bu yazıda Fahr Sendromu' nda nadir bir durum olan, epileptik nöbet ile başvuran iki olgu tartışılmıştır. Bu olgular, bilgilerimize göre, jeneralize tonik klonik nöbetle başvuran literatürdeki ilk olgular olmaları açısından önemlidir.
Fahr’s syndrome is a neuropsychiatric syndrome characterized by symmetrical and bilateral intracerebral calcifications located in the basal ganglia and usually associated with a phosphorus and calcium metabolism disorder. Clinical manifestations of Fahr’s syndrome vary; it may start at different ages and have a variety of presentations. This article discusses rare presentation of Fahr’s syndrome with epileptic seizure. These cases are important because they appear to be the first cases in the literature of Fahr’s syndrome presenting with generalized tonic clonic seizure.

16.A rare cause of intestinal obstruction in a newborn: Congenital band compression
Emrah Aydın
PMID: 28058391  PMCID: PMC5175083  doi: 10.14744/nci.2015.26349  Pages 75 - 78
Amaç: Yenidoğan döneminde intestinal obstrüksiyon nedeni ile opere edilen ve konjenital bant basısı saptanan bir olguyu sunmak.
Olgu: Prenatal dönemde yapılan takiplerinde intestinal obstrüksiyon şüphesi olan ve post natal dönemde kusma ve batın distansiyonu ile başvuran olgunun yapılan tetkiklerinde intestinal obstrüksiyon saptanması üzerinde cerrahi kararı alındı. Yapılan eksplorasyonda ileal anslar seviyesinde bası yapan ve geçişe izin vermeyen bant tespit edildi. Bant kesildi ve pasajın devamlılığı teyit edildi. Olgu post operatif dönemde sorunsuz olarak takip edilmektedir.
Sonuç: Prenatal veya postnatal dönemde saptanan intestinal obstrüksiyon olgularında nadir de olsa konjenital bant basısı sendromu akılda tutulmalıdır.
Congenital band compression syndrome should be considered in cases diagnosed prenatally or postnatally as intestinal obstruction. Presently described is a report of newborn admitted to hospital with abdominal distension and bilious vomiting. A suspected intestinal obstruction had been diagnosed in prenatal examination. Surgery revealed congenital band compressing ileal segments and preventing transmission of intestinal content. Band was successfully removed and intestinal integrity is intact.

INVITED REVIEW
17.A brief summary of clinical types of psoriasis
Gülbahar Saraç, Tuba Tülay Koca, Tolga Bağlan
PMID: 28058392  PMCID: PMC5175084  doi: 10.14744/nci.2016.16023  Pages 79 - 82
Psöriazis T lenfosit aracılı immün yanıt sonucu ortaya çıktığı düşünülen kronik inflamatuar bir dermatozdur. Hastalık klinik özellikler ve şiddet açısından farklı şekillerle kendini gösterebilir. Psöriazisin klinik tipi tedavi rejiminin belirlenmesinde önemli bir antitedir. Bu makalede psöriazisin klinik tipleri gözden geçirilmiştir.
Psoriasis is a chronic inflammatory dermatosis that is thought to onset as a result of T lymphocyte-mediated immunological response. Disease may manifest itself in different modalities with regard to clinical features and severity. Clinical type of psoriasis is an important element in determining the therapy regimen. This article reviews clinical types of psoriasis.

LookUs & Online Makale